ANKARA / Ankara Hürriyet’in eylül konuğu, akademisyen kimliğinin yanı sıra başarılı bir öykü, roman ve deneme yazarı olan Erendiz Atasü.
Öğretmen anne ve babanın tek çocuğu olarak Ankara’da dünyaya gelen yazar, kitaplarla dolu bir evde büyümüş, yazmaya düzenli tuttuğu güncelerle başlamış. Öykü yazmaya ise lisansüstü öğrencisi olarak gittiği Londra’da...
İlk öyküsü 1981’de yayımlanan Atasü’nün ilk kitabı “Kadınlar da Vardır” 1982 Akademi Kitabevi öykü birincilik ödülü almış. Cumhuriyet tarihini irdelediği ilk romanı “Dağın Öteki Yüzü” 1996 Orhan Kemal roman ödülünü kazanmış. “Taş Üstüne Gül Oyması” 1997 Yunus Nadi ve 1998 Haldun Taner öykü ödüllerinin sahibi. Son olarak “Hayatın En Mutlu An’ı” ile 2010 Dünya Kitap ve Yunus Nadi ödülünü alan, ayrıca edebiyata çok sayıda ürün veren Atasü’ye göre “Yazmak bir yoğunlaşma eylemidir”.
Öykü ve romanlarında sıradan hayatların örtüsü altında kadınların yaşamlarındaki hüznü, kederi, engellenmişlik ve bastırılmışlığı kaleme alan yazar, kadın edebiyatını “Kadınların gerçek duygularını, gerçek deneyimlerini insanlığın bilincine aktarır “ diye tanımlıyor. Yalnızca eserleriyle değil edebiyatçı duruşu, zarafeti ve nezaketiyle de hayranlık uyandıran Erendiz Atasü’ye sorularımı yanıtladığı için teşekkür ediyor ve okurlarımızı kendisiyle baş başa bırakıyorum.
‘HER YAZI BİR KÜÇÜK YAPITTIR’
-Yazdıkları ister kendilerine yazdıkları olarak kalsın, ister edebi değeri olsun; özellikle bizim gibi kadına rol biçilen toplumlarda, kadınların edebiyata ürün vermelerini ve bu alandaki yeteneklerini keşfetmelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Çok olumlu bir gelişme, elbette. Yazmak, müthiş bir yoğunlaşma eylemidir. Kişi –diyelim günce tutarken- kendini tanıyabilme imkânına kavuşur, yaşadıkları üstüne zihni berraklaşır. Başka kimse görmese de, her yazı bir küçük yapıttır ve ortaya bir şey koymanın doyumunu tattırır insana. Kadınların yarattığı edebiyata gelince. Kadın cinsi bin yıllardır, insanların susturulmuş yarısıdır. Kadınların gerçek duygularını, gerçek deneyimlerini insanlığın bilincine aktarır, kadın edebiyatı.
-Peki, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ndeki akademik kariyerinizle paralel ilerleyen yazarlık yeteneğinizi siz nasıl keşfettiniz? İçsel özgürlüğe giden yolda yazmak, sizin için bir ihtiyaç, bir varoluş biçimi oldu denilebilir mi?
Benim yeteneğimi keşfetmem – yirmili yaşlarımda ki geç sayılır- ülkemden uzakta yalnızlık çekerken oldu. Burslu lisansüstü öğrencisi olarak Londra Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde bulunuyordum. Ülkemden çok farklı bir ortamda kendimle yüz yüze kalmıştım. Hayat, ilişkiler, kadın olmak, cinsellik, aşk, farklı kültürler üstüne ister istemez düşünmeye dalmıştım. Yazma ihtiyacı böyle patlak verdi; sonra da -evet- bir ihtiyaç, bir var oluş biçimi olup çıktı.
HİÇ BİRİ DEĞİŞEN ANKARA’DA MEVCUT DEĞİL
-Tuna Pastanesi, Galeri Nev, Meclis Parkı’nın yerindeki kır kahvesi... Zamanında metinlerinizi kaleme aldığınız bu mekânlardan yola çıkarsak, yazma ve mekân ilişkisi sizde nasıl karşılık buluyor?
Buralar vaktiyle, henüz üniversite hocalığından emekli olmamdan önce, haylaz mektep çocukları gibi, fakülteyi ‘’kırıp’’ yazılarıma yoğunlaşmak üzere kaçtığım mekânlardı. Ne yazık ki şu anda hiç biri değişen Ankara’da mevcut değil. Sakin, ferah yerlerdi; insan rahatça düşünebiliyor, çalışabiliyordu oralarda. Her birinin kendine göre göz okşayan bir estetiği vardı. İhtiyaçtan kaçıyordum oralara. Şimdi evimde çalışıyorum. Fazla gürültülü olmamak koşuluyla her yerde çalışabilirim. Önemli olan, dış dünyanın bir takım talepleriyle yazma yoğunlaşmasının kesintiye uğratılmamasıdır. Hafif ve güzel bir müzik varsa daha rahat çalışırım.
-“Anın karmaşık dokusunu bana ülkemde mekânlar hissettirmekte. Doğal ve tarihsel mekânlarda, geçmişin ve geleceğin izlerini yakalamak mümkün.” diyorsunuz, “Taş Üstüne Gül Oyması”nda ipuçlarını verdiğiniz gibi... Ankara’da hızla değişen, hafızalarda yok olan (edilen) mekânların ve eskiye sahip çıkma bilincinin değişime uğraması size neler hissettiriyor?
Çok fazla üzülüyorum ve öfkeleniyorum. Yok olan yerleri hafızamda yaşatmaya çalışıyorum. Mesela, Atatürk Bulvarı, ne kadar zarif bir mekândı, ağaçlarıyla, vaktiyle kaldırımlarına dizili güzelim pastaneleriyle. Bir yürüyüş yeriydi orası. Bir gecede, yerel yönetim yıllanmış ağaçlara kıydı; ne suç duyurusu dinledi, ne mahkeme kararı, şehrin canım ana caddesini çevre yolu düzenlemesine tabi tutarak mahvetti. Binalarda konutu olan kişileri, dükkân sahiplerini akıllarına bile getirmedikleri zararlara soktu. Hiçbir medeni ülkede, hiç bir şehir merkezi böyle bir zorbalığa maruz kalmaz. Bir utanç sayfasıdır.
TÜRKÇE KİTLESEL CAHİLLEŞTİRMENİN SALDIRISI ALTINDA
-“Dağın Öteki Yüzü”nün önsözünde, dönem dilini pek de zorlanmadan kullandığınızı belirtiyorsunuz. Günümüz Türkçesini nerede görüyorsunuz, “tahayyül etmek”, “muhayyile” gibi eski sözcüklerin dilde zenginleştirici olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkçe, vaktiyle Arapça ve Farsça’nın saldırısı altındaydı; şimdi ise ‘’yeni dünya düzeninin’’ dili olan Amerikan İngilizcesinin saldırısının ve gene bu düzenin etkin bir parçası olan kitlesel cahilleştirmenin saldırısı altında. İnsanların gündelik konuşmalarda başvurdukları sözcük sayısı azaldıkça azaldı. Türkçenin güzelim, şiirsel deyimleri neredeyse hiç kullanılmaz oldu. Öyle ki, bu deyimlerden birini işiten gençler ne dendiğini anlayamıyorlar. Verdiğiniz örneklerin illa da dili zenginleştirdiğini iddia edemem, ama halka mal olmuş, türkülere, deyimlere geçmiş sözcüklerin dışlanmasından yana değilim. “Sevi’’ bana sorarsanız, ne ’’aşk’’ı karşılıyor, ne ‘’sevda’’yı.
FINDIK FISTIK YER GİBİ EDEBİYAT OKUNMAZ
-Edebiyatta çok uzun tasvirlerin modası geçiyor mu? İçinde bulunduğumuz zamanın hızına yetişebilme telaşındaki okurun, novella okumaya tahammülü var mı, sizce öykü nasıl bir değişimden geçiyor?
Uzun betimlemelere gerçekten de gerek yok. Son derece görsel bir çağda yaşıyoruz. Birkaç sözcük bir insanı ya da bir mekânı okurun gözlerinde canlandırabilmesine yetiyor. Öykü, deneyselliğe, dolayısıyla değişimlere açık bir tür. Edebiyat genelde okurun yoğun zamanını talep eder. Öyle fındık fıstık yer gibi edebiyat okunmaz; okunur da o yazının edebiyatla ilgisi yoktur. Edebiyatın yerine geçmek üzere kotarılmış bir tüketim nesnesi, bir tür sahte edebiyattır. Bunun uzunlukla kısalıkla çok da ilgisi olduğunu sanmıyorum. Bin sayfalık bir romana girişirken ben de düşünürüm ve isteksiz davranırım, işin doğrusu. Ama bakın, kimi alfabe düzeyine yakın basitlikte kaleme alınmış çok satarlar (ki tamamen sahte edebiyat!) sayfalarca! Demek ki okuru çekmekte ya da itmekte ilk etmen uzunluk kısalık değil.
ÖYKÜ FOTOĞRAF GİBİ ANI ANLATIR
-“Öykü geniş bir ufka bir pencereden bakmaya benzer, tıpkı fotoğraf çekmek gibi ânı anlatır.” diyorsunuz. Peki, sizin için roman ne ifade ediyor?
Kısaca, roman süreçlerin irdelenmesidir, diyebilirim. Çağdaş kısa öykü, yani illa bir giriş, gelişme, çarpıcı sonuç planlamasına uymayan öykü, daha ziyade an’larda yoğunlaşıyor; şiire yaklaşıyor, belki esinle yazılıyor, çağrışımlarla ilerliyor ve okura da onda uyandırdığı çağrışımlar aracılığıyla sesleniyor. Roman için de elbette bir takım esinleyici etkiler ve duygular söz konusu. Ancak romanın işçiliği çok daha planlı olmak zorunda, matematik bir dengeye oturmak zorunda. Bununla romanın bölümleri arasında çok katı mantık bağları olması gerektiğini kastetmiyorum. Romanın bölümleri, temaları, olayları ve kişileri okura çok gevşek gelebilecek bağlarla da iliştirilebilir birbiriyle. Mesela Virginia Woolf’un romanları böyledir. Ancak görünüştür öyle olan. O gevşek görünüşün altında, edebiyatçı olmayan okurun belki de fark edemeyeceği ince bir hesap ve denge çabası vardır.
-Toplumsal çalkantılarla kültürel yozlaşmanın ülkemiz ve edebiyatımızdaki etkileri üzerine inceleme yazılarından oluşan “İmgelerin İzi”nde “gerçeğe ulaşma ve sorgulayıcı aklın” atıl kalması halinde büyük edebiyat/sanat eserlerinin yaratısının mümkün olmadığına vurgu yapıyorsunuz. Sanata özellikle de kamusal alanda sergilenen heykellere yapılan saldırılar konusundaki düşünceleriniz nedir?
Maalesef, sanattan anlamayan, sanatı sevmeyen, yabancısı olduğu bu sanat denen olguya karşı çekimser de kalamayıp yıkıcı bir tutum benimsemiş bir anlayış yönetimdedir. Ve ne yazık ki, sanatçıların bu saldırılara karşı öz savunu refleksleri ‘’refleks’’ sözcüğünü hak edemeyecek denli yavaş, bölük pörçük ve güçsüz kaldı. Daha ilk sataşmada, sadece ilgili sanat dalının değil, tüm sanat ve sanatçı kuruluşlarının hep birlikte, tek bir güç olarak karşı durması gerekliydi. Hâlâ geç değil. Hâlâ kurtarılacak şeyler var. Örneğin, devlet tiyatrolarını, orkestraları, opera ve baleyi hedefleyen TÜSAK yasa tasarısına karşı bilinç oluşturmak gibi.
CİNSELLİK EBEBİYATA YAŞANDIĞI GİBİ YANSIR
-Kadın gövdesinin beraatı için kaleminizi kadın cinselliğine dokundurduğunuz öykü ve romanlarınız var. Doğal bir insanlık hali olan cinselliğin ve bedenlerimiz üzerinden kurulan bir aşk ilişkisinin edebiyatımızdaki yansımalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, kısa bir röportajda yanıtlanamayacak denli kapsamlı bir soru. Cinsellik insan hayatının temel bir unsuru. Hak ettiği ciddiyetle ele alınmalı. Toplumun cinsel önyargılarını pekiştirme yönüne gitmemeli. Bana kalırsa, Halit Ziya’nın ihtiyatlı kalemi, günümüz kimi yazarlarının çok daha özgür izlenimini veren ifadelerinden çok daha yakındır insani gerçeğe. Türkiye’de cinsellik nasıl yaşanıyorsa, edebiyattaki yansıması da ona göredir, elbette; yani bastırılmış, önyargılı, ikiyüzlü. Başka nasıl olabilir ki! Sonuçta yazar da bu ülkenin insanı; aydan gelmiyor. Kimi günümüz yapıtlarındaki açık saçık gibi duran pasajlar, ne genelde insanların, ne özelde kadınların bedensel özgürlüğü için bir çağrı ne de cinselliğin insan hayatındaki rolü üstüne dürüst ve içten bir inceleme. Bu tip pasajları, D.H. Lawrence’ın okuru kendi insani gerçeğine yakınlaştıran pasajlarıyla kıyaslarsanız, aradaki farkı görürsünüz.
-Kadın yazar olmanın ve “Dullara Yas Yakışır”daki gibi kadınların yaşamı, koşulları, içsel karmaşaları, aşk ve sevdanın bedeni tutuşturması gibi konuları işlemenin yaşamınıza getirdiği güçlükler oldu mu? Bir kadın olarak deneyimlediğiniz yaşamı sanata dönüştürmek konusunda nasıl tepkiler aldınız?
Ülkemizde kadın yazarlar, cinsellik konusunda, anlaşılabilir nedenlerle genellikle çekingen bir tavır izlerler. Bu konuda, Sevgi Soysal, Pınar Kür, Duygu Asena, İnci Aral, (unuttuklarım olabilir) öncü tavırlar koymuşlardır. İnsan yaşlandıkça, daha sakınımsızlaşıyor. İlk yapıtlarımda cinsellik çok da önemli bir yer tutmaz. Bahsettiğim çekingenlik yüzünden elbette Kendi deneyimlerimi takdir edersiniz ki doğrudan yazmadım; sanırım bu teşhirciliğe girer. Kendi deneyimlerimi, yarattığım insanların cinsel davranışlarını çözebilmek ve yansıtabilmek için bir başvuru kaynağı olarak kullandım, demek en doğrusu. Çok önemli bir olumsuz tepki almadım. Daha ziyade komik denilebilecek birkaç tepki oldu. Örneğin, “Gençliğin O Yakıcı Mevsimi”nin ilk baskısının kapağındaki Chagall’ın ‘’Kızıl Nü’’ adlı tablosundan esinli deseni, birçok kişi ‘’benim ciddiyetimle’’ bağdaştıramamıştı.
BİR İNSAN İHANETİ NASIL ÖĞRENİR
-Son romanınız “Dün ve Ferda”da, romanın başkişisinin geçirdiği (politik) değişim üzerinden eczacılık sektörüne de işaret ediyorsunuz. Bu kurguyla okurunuzda bir tür farkındalık yaratmayı amaçladığınız söylenebilir mi?
Sol ideolojiden kendi kimliklerini, varlıklarını inkâr edercesine neoliberalizme çark etmiş insanlar bana çok ilginç geliyor. Tutumlarına sempati duymuyorum; ancak, ülkemizin güncel bir fenomeni olarak incelenmeye değer bir konu olduğunu düşündüm ve bu romanda bir kadın üzerinden bunu irdelemek istedim. Bir insan ihaneti nasıl öğrenir? Galiba aslında bunu inceledim.ANKARA /