ANKARA / Ankaralı yazar Attila Şenkon “Her gün Perşembe Olsa”, “Uykusuz Gece Düşleri”, “Bütün Düşler Nazlıdır” ve “Gökkuşağına İki Bilet”ten sonra Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan “Bahar Temizliği” ve “Aykırı Üçgenler” üçlemesi (Ten Yükü, Bıyık İzi Yalanları, Sustum Duydun Mu?) ile okurlarının karşısına çıktı. “Geveze Kitap” çocuk serisi ile hem büyüklerin hem de küçüklerin yazarı oldu.
Yazar, özyaşamöyküsünden yola çıkarak yazdığı “Gökkuşağına İki Bilet” ile okurlarını 1960’ların sonu, 70’lerin başında Kızılay, Zafer Çarşısı, Kuğulu, Gençlik Parkı, Bahçelievler Deneme Lisesi civarında gezdirdi. Şenkon, “Çok sevdiğim insanın geçmişini kıskanırım. Nazlı Eray ile birlikte anaokuluna, ilkokula gitmeyi çok isterdim. Bu çalışma kayıp zamanı ele geçirmek gibiydi” diye tanımladığı “Bütün Düşler Nazlıdır”ı, yazarlık serüvenini ve kendi Ankara’sını, Ankara Hürriyet okurları için anlattı Mimarsınız, aynı zamanda başarılı bir öykü ve roman yazarısınız. Yazın serüveniniz, babanızın “Çocukken biriktirilecek en değerli şey düşlerdir” diyerek, size hediye ettiği “düşler kumbarası” ile mi başladı?
Düşler kumbarası aslında bir sonraki aşamadır. İlk aşaması 1960’ların sonuna denk düşer. Televizyon henüz hayatımızda yok, komşuluk ilişkileri çok güzel. Bütün daireler sözleştiler, akşam Şevki amca ile Hayrünisa teyzeye gidilecek. Birdenbire, nasıl olduysa Şevki amca bana döndü ve “Söyle bakalım, büyüyünce ne olacaksın?” diye sordu. Müthiş bir soruydu bu! İlk kez o gün, büyümek gerçeği yaşamıma girdi. İkincisi de bir şey olmam gerekiyor! Bana sunulmuş olan limonata ve kurabiyeyi bir kenara bıraktım ve dönüp “Ben yazar olacağım” dedim. Oldum mu, bilmiyorum tabii. Bunun kararını zaman verecek; yıllar sonra okunuyorsam, kitaplarım basılıyorsa yazar diye anılacağım belki... Şu anda sadece o okulda okumayı sürdüren, mezun olmaya çalışan bir yazar adayı gibi görüyorum kendimi. Babamın kumbara armağan edişi bundan sonradır. Değeri yıllar sonra anlaşılan çok kıymetli bir armağandı. İçinde düşlerin biriktirileceği bir kumbara… Şimdi bir öykü, bir roman yazacağım zaman hâlâ o kumbarayı masanın üstüne döker, içindekileri didiklerim. Ne güzel şeyler çıkıyor içinden! Ne değerli anılar…
Her yazar aslında biraz uydurukçu
- İlk kitabınız “Her Gün Perşembe Olsa” 1990’da yayımlandı. Peki, ya öncesinde Osman olmasaydı?
Osman giderek çok meşhur oluyor. (Gülüyoruz…) Osman çok önemlidir; bir kilit taşı, kırılma noktası... Televizyonsuz yılların mahallesinden bir çocuk! Tam sokak çocuğuyduk biz. Şimdi unutulmuş pek çok oyunu oynardık. Ben mahalledeki arkadaşlarımı toplayıp onlara filmler anlatırdım. Ama hiçbiri gerçekten izlediğim filmler değildi. Tahta duyuru perdelerine asılmış afişlerine bakardım, görsellerinden ve filmlerin adlarından yola çıkarak kendi filmimi çekerdim. Sonra bunu gerçek bir film uzunluğunda anlatırdım. Çok büyük bir keyifle dinlerlerdi. Bir gün yine bütün çocuklar toplandılar, ben bir film uydurdum, anlatıyorum. Arsa sahibinin oğlu olan Osman, al yanaklı, apalak topalak bir çocuk; iki yana sallanarak geldi. Parmağını benim burnuma doğru uzattı ve “Sen bir uydurukçusun! Çünkü geçen gün anlattığın filme gittik. Senin anlattığınla hiç ilgisi yok” dedi. İplik pazara çıktı tabi, ben çok utandım. Bir süre sessizlik oldu, nasıl toparlayacağımı bilemezken çözüm yine Osman’dan geldi. Gülerek dedi ki, “Ama biliyor musun, senin uydurduğun, bizim izlediğimiz filmden daha güzeldi”. Yalancı olmak hoş bir şey değil, ama her yazar aslında biraz uydurukçu değil mi? Hepimiz birer dürüst yalancı değil miyiz, bir şeyleri yoktan var etmiyor muyuz? Ve sonra uydurduğumuz çevreyi, kişileri kâğıda dökerek karşımızdakini inandırmaya çalışmıyor muyuz? Bu anlamda evet, uydurukçuyuz. Yani Osman haklıymış!
- Edebiyata şiirle başladınız ama öyküyle yola çıktınız, roman ve yaşamöyküsüyle devam ettiniz. Kendinizi tek bir türün yazarı olarak mı tanımlarsınız ya da sizin için esas olan türlerin kardeşliği midir?
Çok güzel; evet, türlerin kardeşliği… Buna kesinlikle katılıyorum. Hatta yayınevlerinin kitap kapaklarına ille de bir tür yazmasına çok karşıyım. Bugün küreselleşme dediğimiz şeyde, ülkeler arasındaki sınırlar bile neredeyse kalkmışken, edebiyatta bu tür bir ayırıma gitmek doğru mu? Önemli olan anlatmak, anlatmak,… Uydurmak ya da…
Düşler âleminin “Nazlı” kraliçesi
- Nazlı Eray’ın yaşamöyküsünü kaleme aldığınız “Bütün Düşler Nazlıdır”da, çekmecedeki fotoğraf ve masadaki kurukafa konuşuyor, parfüm şişesinden “düş ustası” beliriyor, haritanın ölçeğinde küçülerek anılar içindeki kurgusal yolculuğunuz başlıyor. Eray’ı fantastik bir dünyanın içinde anlatmayı isteyişinizin sebepleri neydi?
Çünkü Nazlı Eray’ın kendisi zaten bir fantezinin içinde yaşıyor. Hatta “kızıl fantazma” denir ona. Düşler âleminin kraliçesi, düş ustası bir kadın. Onu bu tarz içinde anlatmak çok doğaldı, dışına çıkılırsa inandırıcılığını kaybederdi. Eray anılarını kendi yazmayı düşünmüyordu. Kitabı bana önermesinin birinci nedeni, kalemimi kendi anlatım tarzına yakın bulması demek ki. Fantastik bir yazar, öyle bir kalemle anlatılabilirdi. İkinci neden de benim dostluğuma güvenmiş olması. Bana fotoğraf albümlerini, mektuplarını, günlüklerini açtı. Yüreğini avcumun içine bıraktı. Bu herkese emanet edilecek bir hazine değil...
Çocukluğumuz da kent de öyle kalmadı
- Bir mimar ve yazar olarak Ankara’yı ve kentliyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
(Gülüyor…) En zor soru bu. 1960’lı, 70’li yıllara bakınca bizim o saf çocukluğumuz kalmadığı gibi kent de öyle kalmadı. Bazı ülkeler bu konuda daha titiz ve duyarlılar. Yapılarını yıkmamaya özen gösteriyorlar. Bizde öyle bir şey yok, giderek de kalmıyor. Yerel yönetimler bu konuda çok dikkatli olmalıyken, sanki rüyalarında görüp ertesi gün uyguluyormuşçasına işlere kalkışıyorlar. Bugün çözüm gibi görüp yaptığınız bir şey, birkaç yıl sonra yeni sorunların başlangıcı olabiliyor. Ankara da AOÇ’nin onca ağacının kesilip yerine başkanlık konutunun yapılması, benim de mezun olduğum ODTÜ arazisinden yol geçirilmesi, onaylanabilecek şeyler değil. Üstelik de bütün bunlar gizlice, geceyarısı yapılıyorsa, büsbütün soru işareti barındırıyor arkasında. Hiç açıklama yok, kentliye o konuda gösterilen bir proje yok. “Ben yaptım oldu”, “Keyfimin kâhyası mısınız?” gibi bir yaklaşımla, zorla, dayatarak yapmak hoş bir şey değil.
- “Gökkuşağına İki Bilet” özyaşamöyküsünden yola çıkarak yazdığınız bir dönem romanı. Işık adlı çocuğun gözünden 1960’ların sonu, 70’ler ve 80’lere uzanan bir kesiti az sayfada ama çok katmanlı bir roman dokusunda okuyoruz. Size “imgelerle anlatmanın yazarı” diyebilir miyiz?
(Gülüyor…) Hoşuma gider, teşekkür ederim böyle bir şey denirse. Evet, aslında tam da hedeflediğim ve istediğim bu. Bir şeyi çok uzun, çok betimleyerek, çok ayrıntılarla okura sunmak yanlısı değilim. İstediğim küçük bir kıvılcım verip yangına dönüştürmeyi ondan beklemek. Her şeyin hazır sunulması okurun bütün düş gücünü öldürür. Az, öz, simge, imge… Bunlar çok önemli. Gittikçe yalınlaşıyor, daha çok şey atabiliyorum yazdıklarımdan. Yazdığına kıyabilmek çok önemli. Sadece sözcük, küçük bir paragraf da değil, sayfalarını atabilmeli insan…
- “Gökkuşağına İki Bilet” ile çocukluğunuzun Ankara’sını yaşattınız. Bugün parkların küçüldüğü, kitapçıların azalıp dükkânların AVM çatısı altında toplanarak cadde ve sokakların tenhalaştığı düşünülürse, neler söylemek istersiniz?
Durumun çok iyiye gitmediği açık. Bir dönem, Mimarlar Odası’yla birlikte okullara gitmiştik ve çocuklara Ankara’da ön yapı denen, önemli yapıları sormuştuk. Ve şunu beklemiştik doğrusu, ilk yanıt Anıtkabir olarak gelebilir. Çok simgesel, onlara öğretilen, kentin her yerinden görülebilen bir yapı, öyle değil mi? İkinci sırada Atakule’yi bekledik. Ama AVM’lerin adlarını sıraladılar bize.
Çocuklara seslenirken daha dikkatli olmalı
- Hem büyüklerin hem de küçüklerin yazarısınız. “Geveze Kitap” serisiyle çocuk okurlarınıza sesleniyorsunuz. Çocuklara yazmanın farklılıkları nelerdir?
Daha zor, elbette. Tam tersi gibi algılanır oysa. Sanki çocuk kitabı yazmak daha kolay gibi gelir. Bir kere sesleneceğiniz yaş grubunun sözcük dağarcığına göre yazmak önemli... İkincisi, ileti çok önemli; yanlış bir ileti onların gelecekteki pek çok davranışını yanlış yönlendirebilir. “Hansel ve Gretel”, “Oduncunun Çocukları” gibi masallar aslında ne kadar acıklı, ne kadar ürkünç o yaştaki bir çocuk için. Şimdinin çocukları daha uyanıklar, algıları çok açık. Onlara seslenirken daha dikkatli olmak gerekiyor. “Geveze Kitap”ın seriye dönüşmesi gibi bir düşüncem yoktu açıkçası. O kadar beğenildi ki, devamını kendisi getirdi. Ankara’da neredeyse gitmediğim okul kalmadı. Bir öyküsü 7. sınıfların Türkçe ders kitabına alındı. 2012’de “Geveze Kitap Tatilde” çıktı, şimdi de üçüncüsü “Geveze Kitap Ünlü Oluyor” yavaş yavaş oluşuyor
Sanatçı Yaşar’ın yaşamöyküsünü sokakta yazıyoruz
-Sırada ne var; çocuk yazını mı, öykü mü, roman mı, yaşamöyküsü mü okuyacağız sizden?
Hepsi var; roman, çocuk kitabı ve yaşamöyküsü. Peşpeşe iki çocuk kitabı yazdıktan sonra, yetişkin okuru biraz ihmal ettiğimi düşündüm. Gözaltında, göz göre göre kaybedilenleri, yer altından yükselen kemik sesleriyle anlattığım bir roman üzerinde çalışıyorum uzun zamandır. “Uyku kaçıran masallar” alt başlığını taşıyan bu romanın adı “Telef”. Bir yanda da Geveze Kitap serisinin üçüncüsü “Geveze Kitap Ünlü Oluyor” ilerliyor. Bir de pop müzik sanatçısı, sevgili dostum Yaşar’ın yaşamöyküsünü yazıyorum. Birlikte Adana’nın sokaklarında, onun ilkokulunda koşturuyoruz; kısa pantolondan uzun pantolona ancak geçebildiğimiz bu kitabın adı da “Yaşar/ken” olacak.ANKARA /