Ankara’ya üniversite okumak için gelmiş ve burada kalmış bir yazar, Halil Genç. İlk kitabı “Koyabilmek Adını” (1988) adlı romanından sonra iki öykü kitabını okurlarıyla buluşturdu.
Notos Kitap’tan çıkan “Heranuş” (2009) ve Akılçelen Kitaplar tarafından basılan “Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım”daki (2014) öyküler kurgusallıktan uzak, kaynağında insanın ve toplumun var olduğu... Öykü zaten böyle bir tür ama yazarın iç dünyasının şerbetinden ve kaleminden süzülen, insandan parçalar taşıyan, onların duygularını, sıcağını, paylaşmayı ön plana çıkaran öyküler okuyoruz. “Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım’da Gezi’yi konu alan üç öykü de var. Üçünde de olaylara sıkışıp kalmadan, insanı anlatmaya çalıştım.” demesi de, bunu destekler nitelikte.
Halil Genç ile hayatı, 70’li yılların bıraktığı derin izleri, öyküyü ve kent duyarlılığını Ankara Hürriyet okurları için konuştuk. Unutmadan, ilk öyküsünde Esme Hanım’ı anlattığı kadar, bence yazara da ayna tutuyordu o cümleler; “Işıltılı pencere gibiydi kalbi. Kilidi her zaman açık…”
- Fizik öğretmenisiniz, Ankara’da yaşıyor ve yazıyorsunuz… Pozitif bilim insanı olarak edebiyata olan tutkunuzdan bahseder misiniz? Peki, yazarlık ve yaratıcılık, fizikte nasıl tecelli ediyor?
ODTÜ Fizik Bölümü mezunuyum. Pozitif bilimlerle uğraşan insanların sanat ve edebiyatla ilişkileri benim de ilgimi çekmiştir. İsimleri yakından bilinen sayısız bilim insanının enstrümanlar çaldıkları, plastik sanatlara güçlü duygular besledikleri, edebiyatla, resimle, fotoğrafçılıkla uğraştıkları herkesçe bilinir. Ben bunun araştırma merakı, bilmek, öğrenmek ve yeni şeyler yaratma isteğiyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bilinenle ve elde olanla yetinmemek, soru sormak ve bu sorulara yaratıcı yanıtlar aramak bilim insanın ve edebiyatçının ortak özellikleri diye düşünüyorum. Edebiyatla yakınlaşmamı lise yıllarına kadar götürebilirim. Lisede resme karşı büyük bir tutkum vardı. Resim gözlem gücünü artıran ve düşsel sınırları olmayan bir özelliğe sahip. Resmin geçirdiği evreleri, neredeyse aynı isimlerle edebiyatta da gördüm. Sonuçta yazdıklarınızın yayınlanması, yerine başka bir şeyin konulamayacağı bir mutluluk kaynağıdır.
İZLERİ SİLİNMEYEN OLAYLAR YAŞADIK
-“Koyabilmek Adını” ile 1988’de başladığınız yazın yolculuğunuza, edebiyat dergilerinde yayımlanan öykülerle devam ettiniz. İlk öykü kitabınız “Heranuş”u 2009’da okurla buluşturmak için neden bu kadar süre geçmesi gerekti?
Romanı üniversite son sınıftayken kotardım. Kuşak olarak da genelleştirebiliriz, ‘70’li yıllar derin izler bıraktı bizde. 12 Mart ile 12 Eylül arası okudum ODTÜ’de. Toplumsal duyarlılığın, başka ülkelerin ve sistemlerin güdümüne girmeden yaşamak isteğinin yüksek sesle dile getirilmek istendiği yıllar. İzleri, ayrıntıları silinmeyen olaylar yaşadık o dönemde. Mahallelerdeki çatışmalar, okullarda boykotlar, fabrika işgalleri, silahlı kahvehane ve ev baskınları, şehirlerdeki toplu katliamlar ve göçe zorlamalar, faili meçhuller, insanların belleklerinde onarılamaz yaralar açtı ve tanımsız korkular, acılar bıraktı. Çok sayıda arkadaşımızı yitirdik. ‘80’de okuldan ayrıldım ve ‘84’te yeniden döndüm, bitirdim. Okuldan ayrı kaldığım bu zaman dilimi çok yoğun okuma dönemi oldu benim için ve arkasından “Koyabilmek Adını” geldi. Roman ben askerdeyken yayınlandı ve bu nedenle de edebiyat çevrelerindeki yaklaşımları izleyemedim. Yazdıkça fark ediyorsunuz ki yazdıklarınızın yayınlanmasına karar vermek çok daha büyük sorumluluk ve cesaret istiyor. İkinci romanı yazmaya başlamıştım. Konu çok tanıdık, maden işçilerinin yaşamları ve mücadeleleri... Bitiremedim, çünkü fizik kitapları girdi araya. Orta öğretim öğrencilerinin ve üniversite sınavlarına hazırlanan öğrencilerin yararlandıkları dokuz fizik kitabı yazdım.
-Önce roman sonra öykü yazarlığı… Genelde tersi olur, öykü yazarları bir süre sonra kalemlerini romanda denemek isterler. Öyküye hazırlandığınız ve bu süreçte süzülüp demlendiğiniz söylenebilir mi?
Öykülerim için kullandığınız “süzülüp demlenmesini bekleme” çok hoş bir niteleme. Fizik kitapları, ikinci romana ayırdığım zamandan çalmaya başlayınca öyküye yönelmek daha kabul edilebilir gelmişti. Öykü daha kısa ya, olay, insan ve ilişkiler kurgusu daha dar ya, çok zaman almayacağını, haftada hiç olmazsa bir öyküyü kotarabileceğimi düşünmüştüm. Hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Daha birinci öykümde, öykü işçiliğinin farklı bir dinamiği olduğunu fark ediverdim. Kurgu, ilişkiler dizini, dildeki yalınlık, sözcük seçimi çok zorladı beni. Geri adım atmadım ve çabalarım “Heranuş”a ulaştırdı beni. Bu arada değerli yazar arkadaşım Özcan Karabulut’un katkılarını ayrıca vurgulamak isterim. Bu yıl 14’üncüsü yapılan Uluslararası Ankara Öykü Günleri’ne her yıl ısrarla davet etti beni. İki öykü kitabımın şekillenmesinde de bu etkinliğin önemini yadsıyamam.
AN'IN ÇÖZÜMLEYİCİSİDİR ÖYKÜ
-Yaşam çok hızla akarken, değişiyor da. Kent hayatı içinde otobüste, metroda, teneffüste yapılan kısa okumalarla sizce öykü nerede duruyor? Örneğin, “Çarpık Gölgeler”de beni iki sayfayla darmaduman ettiniz; siz kısa öykülerin yazarı mısınız, uzun anlatıcı mı?
Öykü, kent yaşantısına ve ilişkilerine en uygun düşen edebiyat dalı bence. Bir çırpıda okunabilir oluşu, kent yaşantısının zaten pek sınırlı zaman aralıklarına uygun düşer. Otobüste, metroda, dolmuşta, küçük bekleme aralıklarında ara vermeye gerek olmadan okuyuverirsiniz öyküyü. Her öykünün farklı tadı olduğu için sıkılmaz da okuyucu. An’ın çözümleyicisidir öykü. Kent yaşantısı an’ı çoğu zaman es geçer, sorgulamaz. Onu dile getiren ve okuyucuya sunan, öyküdür.
- Semih Gümüş, “Heranuş, Halil Genç’i yazarlık serüveninde zor yollara çıkarıyor. Halil Genç sonraki kitaplarında Heranuş’u göz önünde tutmak zorunda,” demiş. ”Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım”da bu düşüncenin baskısını hissettiniz mi; iyi öykülerden sonra yazmak artık daha mı zor?
Her yazar, her öyküsünde bu baskıyı hissetmeli. “Heranuş”ta zor, çarpıcı ve benzeri daha önce yazılmamış öyküler vardı. “Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım”da da var. Öykü her zaman zordur. Yazar, her yeni öyküsünde, önceki yazdıklarını daha ileri taşımak zorunda.
-Kitabın ilk öyküsü “Çekilmiş Sularda” benim için sürprizli oldu. Sizinle tanıştığımız gün, adımı söylediğimde gözlerinizdeki ışıltıyı ve gülümsemeyi çok net anımsıyorum. Evet, nedir bu öykünün hikâyesi..?
Esme, anneannemin ismidir. Anneannem çok çile çekmiş, buna karşın mutlu bir insan olarak yaşadı. Herkesin sevdiği, saydığı bir insandı. Çok sevdiğim anneannemi bir öyküyle ölümsüzleştiremem, ama birinde, adıyla yaşasın istedim. Sizinle tanıştığımda kan ter içinde “Çekilmiş Sularda”yı yazıyordum. Siz “ben Esme” deyince, çarpılmış gibi oldum. Ben bir Esme’yi yazarken, karşımda bir Esme duruyordu. Daha ne olsun!
- “İkiRenkArası” kavşaklardaki trafik ışıklarında kırmızıdan yeşile geri sayarken; dilenci, tinerci, yankesici, gaspçı, kapkaççı, terkedilmiş, evden kaçmış, boyacı, mendilci, işportacı olmuş ama hiç çocuk olamamışların hal-i pür melaline işaret ediyor. Sizce en kötüsüne alışıyor ve kentin bu kesitini kanıksıyor muyuz?
Kent yaşantısı, içindeki insanlara büyük kolaylıklar sağlarken, bazı insani değerlerimizin kaybolmasına da neden oluyor ne yazık ki. Merhamet, acıma, yardımlaşma ve dayanışma, paylaşım bunlardan bazıları. Yoksulluk, yoksunluk, evsizlik, kimsesizlik ve işsizlik çok fazla. Sokaklarda yaşayan sayısız çocuk var. Bazı fırsatçılar bu durumu kullandıkları ve geçim yolu haline dönüştürdükleri için iyi niyetli insanlarımız, farkında olmadan duyarsızlığa sürükleniyor. Bencillik ve kanıksama, paylaşımın ve dayanışmanın önüne geçebiliyor. Çoğu yerde ve zamanda, vahşileşen bir hayat var artık.
-Bir ülkenin tarihsel değişimini o ülke edebiyatında görmek mümkün. Gezi Parkı eylemleri gibi toplumsal olaylar da kuşkusuz edebiyata yön veriyor. “Gezi”nin bir edebiyat duyarlılığı olarak yazıldığını düşünüyor musunuz?
Gezi eylemleri, görsel sanatların hemen hemen tüm dallarında ele alındı ve kullanıldı. Hâlâ da hız kesmeden yazılıyor çiziliyor. Gazetecilerin ve fotoğrafçıların yaptıkları çalışmalar, gelecek kuşaklara kaynak oluşturması bakımından çok önemliydi diye düşünüyorum. Karikatür olaylar yaşanırken bile vardı. Doğrudan Gezi’yi anlatan ve Gezi’yi arka planına alan öyküler ve romanlar sonradan gelmeye başladı. Gezi, ümit ediyorum yıllarca yazılır. Ancak bunların hangilerinin kalıcı olacağı zamanla ortaya çıkacak. “Kızıma Bir Yağmur Bulmalıyım”da Gezi’yi konu alan üç öykü var. Üçünde de olaylara sıkışıp kalmadan, insanı anlatmaya çalıştım.
KENTTE YAŞAYAN, İNSANDIR HER ŞEYDEN ÖNCE
-“Sokak Sanatçısı” öykünüzde dünya kentlerinin meydanları (Trafalgar, Kızıl Meydan, Times, San Marco,…) ve parkları (Eyfel, Hyde Park, Central Park,…) karakterinizin piyanosundan çıkan seslere ve şarkılara katılan dev koroya tanıklık ediyor. Gelelim Ankara’ya… Kent merkezinde ne meydanımız, ne de şehir parkımız kaldı. Bu yoksunluğu bir kentli ve yazar olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya’daki büyük kentlerin, kendi isimleriyle özdeşleşen büyük parkları ve meydanları var. Trafalgar Meydanı ve Hyde Park dendiğinde Londra, Kızıl Meydan ile Moskova, Times Meydanı ya da Central Park ile New York, Eyfel dendiğinde Paris hemen çağrışım yapar. Bizim belediyelerimizin şehir plancılarının ve belediye başkanlarımızın ne yazık böyle hassasiyetleri ve duyarlılıkları yok. Şehir bilinci yaratarak bunları koruyup kollaması, eskilere yeniler katması gerekirken sahip olunanlar da heba ediliyor. Taksim Meydanı, o gökdelen beriki AVM, yol-kavşak derken ortadan kaldırılmaya çalışılıyor. Gezi Parkı’nın önemi, Gezi olaylarıyla öne çıkıverdi. Gerekli duyarlılığı şu ya da bu nedenle göstermeyen birçok insanda bir kent bilincinin uyanmasını sağladı. Bu bilinç umuyorum ki önümüzdeki yıllarda daha çok dile getirilecek, kök salacak ve sahiplenilecek. Başkent’imizde, ne böyle bir parkımız ne de meydanımız var. Kavşak yaparak, yol genişleterek ve yeni yollar açarak kent bilinci oluşturulamaz. Kentte yaşayan, insandır her şeyden önce. Ağaçtır, ormandır ve bilcümle orman mahlûkatıdır. Durmaksızın ve tekdüze çalışan kent insanı en çok, ruhen yorulur. Onun nefes almasını, rahatlamasını, kendini ve yaşam enerjisini yenilemesini sağlayan alanlar parklardır. Bizim yöneticilerimizin önceliğiyse arabalara yol açmaktır. Trafik düzenini yaya öncelikli değil de, araba öncelikli çözmeye dönüktür. Ankara’nın göbeğindeki Güven Park’ı otoparka ve çarşılar topluluğuna dönüştürmeyi kafasına koymuş bir anlayış var başımızda. Şimdilerde Saraçoğlu Mahallesi gündemde. Korkarım asırlık çınarlar ya kesilecek ya da altları oyularak binalara kurban edilecek. İnönü Bulvarı’nın genişletilmesinde ve Kuğulu’da alt-üst geçitlerin yapımında asırlık çınar ağaçlarının yüzlercesi birkaç gün içinde acımasızca kesildi ve yok edildi.
-Ankaralı öykü severlere söyleyeceğiniz sözlerle söyleşimizi sonlandıralım…
Bir kentli olarak söylemek istediğim, kentlerine sahip çıkmalarıdır. Bizden önceki medeniyetlerden bize aktarılmış olan eserleri koruyup onararak geleceğe taşıyacak olan ve insan öncelikli politikaları, programları öne çıkaran anlayışa destek vermek gerekir. Edebiyatçı olarak isteğim çok. Yeni etkinlik alanları yapılmalı ve var olan etkinlik alanları çoğaltılmalıdır. AVM’ler sosyalleşme alanları olarak hiçbir şey ifade etmez. Etkinlikleri sadece edebiyatçılar değil, “ben bu kentin insanıyım,” diyen herkes merak etmeli ve izlemeli. Bu etkinliklerin yapıldığı ortamlar yeni kitaplarla ve dergilerle tanışılabilen, okuyucunun sevdiği, değer verdiği yazarlarla buluşabildiği ve onlarla, yapıtları hakkında sohbetler yapabildiği ortamlardır. Etkinliklere katılarak yeni öykülerle ve öykücülerle tanışmalarını, çalışmalarına destek vermelerini isterim. Bu arada, artık Uluslararası Ankara Öykü Günleri Derneği’nin düzenlemeye başladığı, Ankara’mızın tek edebiyat etkinliği olan bu organizasyona her edebiyatseverin katılmasını öneririm.